24 Ağustos 2015 Pazartesi

Mutluluk

Bir insanın yanında ne kadar insan olursa olsun, elbet kendini toparlamak istediği dönemlere sahip olacak. Yalnızlığıyla yüzleşmeye ve kendi düşüncelerinde boğulmak istediği zamanlar...
Başta her ne kadar garip dursa da bu zamanlar aslında bir insanın manevi ihtiyaçlarından birisidir. Çünkü bu zamanlar insanların gerçeklerle yüzleşmesini, hayata doğrularla devam etmesini sağlıyor.
Kendisiyle barışık bir insanı diğerleri, her ne yaparlarsa yapsınlar incitemezler biliyorsunuz değil mi?
Hayat kısa. Hayat acı. Karşımıza her zaman bizi üzecek ve acıyla kıvranmamıza neden olacak zamanlar çıkacak. Biz işte burada belki de bir karar veriyoruz.
O kadar kötülüğün arasındaki ufak mutluluğu çekip çıkartmak bizim elimizde olan bir şey. Ya da uğraşmamak ve hayatın getir götürlerine "Olur." demek, karanlıkta boğulmak....
Bırakın o onca acı sırasında mutluluk yardımcınız olsun. Bardağın boş değil, dolu tarafı gözünüze batsın. Ve gülümseyin. Sıcak ve içten bir gülümsemeden başka hangi mimik bir insana yakışır ki?
Uğraştığınız her şeyin karşılığı size bir gün dönecek. Buna inanın. Hayata inanın.
Bırakın felsefeniz gülmek ve güldürmek olsun. Sevinçle doldurmak olsun. Hayata bağlamak olsun. Bırakın felsefeniz mutluluk olsun.

2 Ocak 2015 Cuma

Savaşçılar Akademisi/Bölüm 10-Şampiyon

Dili tutulmuş bir vaziyette kristallerin önünde durdu. Ela'ya ne demesi, ne yapması gerektiği anlatılmamıştı. "O zaman..." diye düşündü Ela. "Kafama göre takılma hakkım da var."
"Ihm, teşekkür ederim." dedi. Kristallere doğru bakmaya çalışıyor, ama yoğun ışık kütlesi işini zorlaştırıyordu. "Buraya keyif için gelmediğini biliyoruz Ela. İsteğin nedir?"
Ela, sıkıntıyla kafasını kaşıdı. Konuya zonk diye giriş yapacaklarını düşünmemişti. En azından kahve ısmarlayabilirlerdi.
"Evet, Akademi saldırıya uğradı. Yardımınıza ihtiyacımız var!"
Kristallerin ışığı hafifçe zayıfladı. Ama eski haline döndü. "Bunu normalde yapmayız, ama bizimde senin yardımına ihtiyacımız var. Akademiyi korumamız karşılığında birşey isteyeceğiz senden."
"Söyleyin yeter." dedi Ela olayın heyecanıyla. Kalbi güm güm atıyordu. 10 Büyükler'in bu kadar kolay yola geleceğini açıkçası düşünmemişti.
"Senden bir nevi casusluk isteyeceğiz. Sihirle korunan bir yer var. Burada akademiden kovulmuş bir komutanın olması gerek. Senin oraya gidip iki gün boyunca adamı gözetlemeni istiyoruz. Hiçbir şey yapma, özellikle hayatını riske edecek türden şeylerden. Sadece yaptıklarını not al ve geri gel."
"Peki siz neden gitmiyorsunuz?"
"Dedik ya, bölge sihirle korunuyor ve bizde geçemiyoruz. Alınma ama sendeki büyü gücü yok denecek kadar az olduğu için sen girebilirsin."
"Peki. Ben iki gün boyunca  onları gözetlerken, sizde akademiyi mi koruyacaksınız?"
"Evet. Aynen öyle."
Ela, beynindeki titreşimleri hissedince endişeyle kristallere döndü. "Beni geri yollamalısınız! Gündoğumuna 10 dakika kaldı!"
"Üzgünüm Ela. Ama geçmen gereken son bir sınav var."
"Ama o zaman size yardımcı olamam!"
"Önce deyip değmeyeceğini kanıtlamalısın. Bu bir adet."
Kristallerin ışıkları tamamıyla söndü ve Ela karanlıkta kaldı. Boyun eğmenin verdiği utançla sordu. "Sınav ne peki?"
"Biz sana bir bilmece vereceğiz. Bu bilmece haritan olacak. Uyandığında bunu çözmen gerekecek. Sonucu bulduğunda nereye gidip kimi araman gerektiğini öğreneceksin. Bu tamamen zekana kalmış bir olay."
Ela yutkundu. "Bilmeceyi söyleyin."
"Karın örtünemediği kadar sıcak,
Güneş'in ulaşamadığı kadar da soğuk.
Denizlerin şöhretli benekleri,
Kireçten bir ev
Ve isyankar bir komutan."
Ela için son cümleler karanlığa karıştı. Zemin ayaklarının altında kaydı.
***
Yıllardır hasret kalmışçasına, eski bir dostmuşçasına soludu havayı uyanır uyanmaz Ela. Hemen dikleşti uyanınca. Ciğerlerini alabildiğince havayla doldurdu. Sonra onu titrek nefesler halinde havaya geri üfledi.
Başında bir tek Nehir vardı. O da koltuğa sızmış uyuyordu. Ela başını ovdu. Yataktan çıkmaya çalışırken ayağı kablolara takıldı ve kendini yerde buldu. Özellikle burnu acıyla zonkladı. Burnunu ovarken meraklı bir Nehir uyanmıştı. Başında "Ne yapıyorsun?" dercesine dikilmişti. Yan odalardan çığlıklar geliyordu.
"Panzehir bu eminim!"
"Hayır gerizekalı, panzehir toz pembe rengindeydi!"
"Hayır yeşil renkliydi ve eminim ki panzehir şu an elimde olan!"
"Yetti ulan, panzehir maviydi."
Ve daha birçoğu... Anlaşılan panzehiri kaybetmişlerdi.
"Ela, iyi misin?" diye sordu yanına gelen Nehir.
"İyiyim."
"Ne gördün?" diye sordu Nehir.
"On büyük kristal gördüm. Mavi. Ve iki sınava girdim. Birincisi bitti, şu an ikincisindeyim."
"Ne sınavı? Ela neler oluyor? Neden tenin bu kadar solgun?"
Ela gözlerini yumdu. "Sınav bir bilmece. Ama sorun şu ki; Ben bilmecelerden oldum olası nefret etmişimdir. Çözemiyorum bilmeceleri."
"Ben bilmece çözmede çok iyiyimdir. Derecem vardır yaşadığım yerde."
Ela gözlerini açınca karşısında sırıtan bir Nehir buldu. "Nereye gidiyorsan şampiyon, emin ol bende geliyorum"

1 Ocak 2015 Perşembe

Teen Wizard-1.Bölüm "Ölü Bir Arkadaş"

"Bora!" diye seslendim karanlığın içine doğru.
Ayağımın altında kırılan dallar sessizliği bozuyordu. Soğuk rüzgar tenimi yalayıp geçince deri ceketime iyice sarıldım. Belki de bu soğuğa bu ceketle gelmek ve kazak giymemek hataydı.
Yaprakların hışırtısıyla ormanın derinlerine ilerlemeye devam ettim. "Bora!" Öncekine göre daha kalın bir sesle seslendim. Ama hala tık yoktu.
Kalp atışlarım ufaktan hızlanmaya başladı. Gerçekten korkuyordum, çok korkuyordum. Bora'yı iyi tanırdım. Asla sözlerine uymamazlık etmezdi. 'O zaman bu sessizlik ne? Bora ona seslendiğimde niye geri yanıt vermiyor?' diye düşündüm.
Kulağımın dibinden bir uğulduma geçince dona kaldım. Bu yürek parçalıyıcı, soğuk ve ürkünç bir çığlıktı. Kanımın çekildiğini hissettim. Bacaklarım artık beni taşıyamayacak kadar zayıf ve güçsüzdü.
Gözlerimi bir salise olsun kırpmaya korkuyordum. Ama bu yüzden gözüm acımaya başlamıştı. Hani bir an olurda, kontrolümü kaybederim diye sağ elimle ağzımı kapattım.
Kalp atışlarım giderek şiddetleniyordu. Çığlık yok olmuş, orman eski sessizliğine bürünmüştü.
Yine de içimde bir korku var, doğruluk payı yüksek olan ve gerçek olmasından ölesiye korktuğum.
Bu sesi nerede duysam tanırdım. Şakacı sesinden, ciddi olmaya çalışmalarında sesinde oluşan çatlaklığa kadar her bir tonunu ezberlemiştim sesini.
Bebekliğimden beri yanımda olan, herşeyiyle ezberlediğim çocuğa aitti bu çığlık. Adını söylemeye, daha da çok gerçek olmasından korkuyorum. Bora...
Etrafımda ufak bir attım. Bacaklarım birbirine dolandığı gibi geri çözüldü. Gecenin karanlığında sertçe yuktundum.
Gözümden düşen bir damla yaş, bu soğukta donan yanağımı ısıtarak yere düştü. Sessizliğin içerisinde gözyaşımın yerdeki yapraklardan birine düşüşünü duydum.
Çığlık aklımdan bir türlü gitmiyordu. Kulak tırmalıyıcı, acı dolu çığlık, Bora'ya ait çığlık zihnimde sürekli yankılanıyordu. Ona birşey olursa ben mahvolurdum...
Gözlerimi sıkıca yumdum. Yapamıyorum çığlık ilk duyduğumdaki gibi hala çok korkutuyor-Belki giderek daha çok korkutuyor.-
Zihnim kaçış planı ararken bir şeyi fark ettim. Ormandaki üç açıklık alanların birindeydim. Açık hedeftim, çok kolay av olurdum...
İçimde bir şeyler,  bu anı fark edilişin ardından bana komutlar yağdırmaya başladı. Ayaklarım benden izinsiz
Gözlerimi kapadığım hızda açtım ve etrafıma bakındım. Ağaçların arkasına saklanamazdım. Ağaçlar cidden inceydi ve hemen belli olurdum.
Gözlerim devrilmiş ağacı bulunca oraya doğru koşmaya başladım. Yere basınca çıkan sesi umursamadım. Yakalanırsam yakalanayım. yavaş gitsem de yine de ses çıkardı ve bu sefer daha kolay av olurdum. Belki, bir umut kaçabilirim.
Son hız koşmaya devam ettim. Koşmaktan bacaklarım ağrımaya başlamıştı.-Ya da korkudan güçsüz düşmüştü. Fark etmez. Yine de beni taşıyamıyordu.-
Kolumda başlayan sıcaklıkla çığlık attım. Canım yanıyordu.
Bacaklarım birbirine dolandı ve yere düştüm. Gereğinden fazla hareketli olduğum için yuvarlanmaya başlamıştım. Ağaç dallarının dikenleri vücuduma batıyordu. Ve bu canımı çok yakıyordu.
Gözlerim dolu dolu olduğunda çığlık atmamak için dudağımı dişledim. Dallar vücuduma daha sert basmaya başlayınca dişimi daha sert dudağıma geçirdim. Ve ağzıma kan tadının gelmesine sebep oldu.
Yuvarlanışım durduğunda gözlerim hala sıkıca kapalıydı. Hızlı nefes alıpverişlerim havaya karışıyordu. Ağzımdaki kan tadı giderek yoğunlaşıyordu ve kolum hala çok acıyordu. Ama gözümü açıp bakmaya cesaret edemiyordum.
 Sağ elimle sol kolumun acıyan yerini kapattım. Çok acıyordu. Elimi kaplayan yapışkan sıvıyı hissedince donakaldım. Kanıyor olamaz değil mi?
 Elimle kolumu daha sıkı sardım. Canım daha çok yanıyordu. Keskin bir acı, kolumun belli bir noktasından başlayarak vücudum her yerine yayılıyordu.
Buradan çıkmam lazım. Gözlerimi açmaya çalışınca bir acı dalgası tüm vücudumda yayıldı. Ağzımdan istemsiz olarak ufak bir inleme kaçtı. Canım çok acıyordu...
Dirseklerimden destek alarak doğruldum. Nefes alıpverişim koca ormanda duyulan tek sesti.Sırtımı arkama yasladım. Nefesimi dizginlemeye çalıştım. Çok hızlıydı.
Gözlerimi acıyı umursamadan tekrar açtım. Gözlerimi açınca hiçbir şey göremedim. Görüşüm çok bulanıktı.
Gözlerimi bir kez kapatıp açtım. Bulanıklık yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.
Buradan çıkmam lazım. Ayağa kalktım. Üstüm başım toz toprak içinde kalmıştı. Ama hem onu hem canımın acısını umursamadım.
Korkuyla etrafıma bakındım. Kimse yoktu. Topallayarak ilerlemeye başladım.
Yürürken önüme bakmıyordum. Gerçekten kanayan koluma bakıyordum. Daire şeklinde derin yaranın etrafından kan akıyordu.
Kan damlaları kolumdan süzülüp toprağa düşüyor ve elimi kirletiyordu.Açıklığa yaklaştığımda dizlerimin bağı çözüldü ve kendimi yerde buldum. Nefeslerim tekrar düzensizleşmişti ve yaram daha çok acıyordu.
"Bora?" diye kesik bir şekilde seslendim açıklığa. Birbirini kovalayan uzun saniyeler boyunca hiç ses gelmedi. Kaskatı kesilirken Bora'yı aramayı aklımdan geçirdim.
Telefonu, kanla kaplanmış pantolonumdan çıkardım ve numarasını tuşladım. One Direction-Story Of My Life çalmaya başlayınca sırıttım.
Numarasını değiştirmemişti. Onun telefonunda zil sesimi bu yapmak için saatlerimi harcamıştım. Sonunda dayanamamış ve kabul etmişti.
Sese doğru yavaşça ilerlemeye başladım. Yaklaştıkça müziğin ritmi kulağımda patlamalara sebep oluyordu.
Telefon güçsüzlüğümden dolayı elimden kayıp toprağa düştü. Kalbim sıkışmaya başlamıştı ve ben  çığlık çığlığa bağırmak istiyordum. Canım çok acıyordu... Sanki birisi kalbime derinden derinden iğne batırıyormuş gibi hissediyordum.
Melodi ortadan kaybolunca kendimi yere attım. Kalbim, gümbürdeyerek atıyordu.
"Bora." diye inledim tekrar karanlığa doğru. Ben en iyi arkadaşımın yanında olmak istiyordum. Onun güven verici sesine ihtiyacım vardı...
Karanlıktan boğuk bir hırlama duyunca donakaldım. B-bu ses Bora'nındı! Emindim! Onun sesinin her bir tonunu ezberlemiştim. Bu o olmalıydı...
 Bileklerimden destek alarak ayağa kalktım. Yerde yatan karaltıyı seçebiliyordum. "Bora!" diye bağırdım.
Kanayan kolumu umursamadan ona doğru koşmaya başladım. Adımı sayıkladığını daha iyi duyabiliyordum.
"Eylem... Git buradan..."
"G-gitmiyorum! Ben buradayım. Bora, gözlerini kapatma!" Yanına vardığımda elimle yüzünü avuçladım.
"Bora, benimle kal! Bora gözlerini kapatma. Benim için... Korkuyorum. Burası çok karanlık..."
Kahverengi gözleri kolumu bulunca kaşlarını çattı.
"Vurulmuşsun."
Sözlerinden sonra bakışlarımı yere diktim. Bu karnını görmemi sağlamıştı. Karnında kocaman bir yara vardı. Tüm gövdesini kaplıyordu hemen hemen.
"B-Bora, s-senin ki daha kötü. Gidelim buradan lütfen..."
Başını iki yana salladı. Yüzünde şefkatli bir ifade oluşmuştu.
"Yolda ölürüm muhtemelen. Hayır, Eylem. Ölmeyeceğimi söyleme. Hissediyorum. Ama sana birşey vermeliyim."
Şaşkınca yüzüne bakmaya devam ettim. "Bu konuda sana güveniyorum. Bir tek sana güveniyorum. Lütfen, pes etme."
"N-ne? ne d-diyorsun? Saçmalama Bora!"
Elini yaraya koyunca çığlık attım. Yaşlar gözlerimde, hıçkırıklar boğazımda birikmişti.
Gözlerimi kapattım. Bora'nın şekatle sözlerini dinleyişini dinledim.
"Yo Bora Akalay, Rojo Capítulo Unión 1. Comandante. Excusa mortalidad con mis poderes junto a acción contra las minas de Diamonds'm entrega. Alimente mi todo. Juro por Dios, mis poderes de él para conseguir un movimiento que no seré, y yo confío en él."
Kaşlarımı çatarak bakışlarımı ona diktim. Dediklerinin İspanyolca olduğu söyleyişinden belliydi. Ve benim İspanyolca'yla öyle böyle bir bağım vardı. Dediklerinden sadece Ölüm'ü seçebilmiştim.
Nefesim hızlanmaya başlayınca saçlarımın omzumun iki yanına dağıldığını fark ettim. İçimden gelen bir güç acımı hafifletmişti. Kanayan koluma baktığımda yavaş yavaş yok olduğunu fark ettim. İyileşiyordum. Ama nasıl?
Bora'ya dönünce öksürmeye başladı. Nefes alamıyordu. "Bora! Aman Allah'ım! İyi misin? Lütfen gitme! Sana ihtiyacım var daha!"
"Sana güveniyorum. Ama bana ihtiyacın yok."
Gözlerimi ağlamamak için kırpıştırırken elimi yumuşak saçlarında gezdirdim. Ve sonunda hıçkırdım.Bora tekrar kaşlarını çattığını görür gibi oldum. Ama bunu yapamayacak kadar güçsüzdü. Son bir öksürüğün ardından konuştu. Sesindeki cılızlık kalbimi burktu.
"Benimkisi kırmızı sen neden mavisin?"
Bora tekrar öksürüp başını geriye attı. Donakalmıştım.
"Bora!"

Teen Wizard-Tanıtım

Sarı, Kırmızı ve Mavi.
Saflık, Güç ve Acı.
Aura renkleri ve anlamları.
Bir büyücü olmak, ama asla diğerleri gibi olamamak... O bunu iyi biliyordu. Çünkü o diğer büyücüler gibi değildi. Doğuştan büyücü değildi.
 Edilen bir yemin, güçlerin devredilişi, tüm büyücüler tarafından kırmızı alarmda aranan bir kız, en iyi arkadaşı için ölen bir oğlan, ve gücünün elinden alınılmasından korkan bir başkan...
Ve ölümden önce son sözler...
***
"Benimkisi kırmızı. Sen neden mavisin?"

30 Haziran 2014 Pazartesi

Zaman Muhafızları-2.Bölüm "Misafir"

-YAZARIN ANLATIMINDAN-
Küçük kız gelen telefon sesiyle bilgisayarın başından kalktı. Babası bu saatte asla aramazdı çünkü toplantıda olurdu hep. Arkadaşları da aramazdı çünkü arkadaşları o saatte onun gibi sosyal medyada olurdu. Ve arayacaklarsa da önceden mesaj atarlardı. İçinde yetişen merakla odasından salona girdi. Bakışları salondaki telefonu arıyordu. Telsiz telefonun sesini takip ederek koltuğun arkasına atladı. Gözlerini koltukla yerin arasındaki karanlık boşlukta telefonu arıyordu. Telefonu görünce kollarını, gittiği yere kadar uzattı. Ama telefona yetişmiyordu. Biraz daha kolunu sıkıştırınca arada parmak uçları telefona değdi. Telefonu döndürerek yakınlaştırdı. Sonra kendine çekti. Arayan numarayı görünce heyecandan çığlık atacağına emindi.
"Alo!" diye gelen çoşkulu sesle kendini gerçeğe dönmeye zorluyordu.
"Abla?" dedi. Sesi titrek gitmişti. Hattın ucunda uzun bir süre bekleme oldu.
"Kardeşim, bir şey mi oldu?" dediğinde kız başını salladı. Bunu ablasının görmeyeceğini fark edince konuştu.
"Abla, aradığına şaşırdım sadece."
"Kardeşimi arayamaz mıyım?" Ufaktan güldü küçük kız. Haatın karşısındaki de güldü.
"Ararsın abla. Neler oldu?"
"İlla bir şey mi olmalı?"
"Evet, genelde bir şey olduğunda arıyorsun da."
"Aslında oldu. Yeni bir eve taşındık kardeşim."
"Nereye?" dediğinde hattın ucundaki abla taşındıkları yeri evin nosuna kadar tarif etti. Tarif ederken küçük kız anlayışla başını salladı. 
"Neden gittiniz?" Hattın diğer kısmındaki kız bir süre duraksadı. 
"Yine taini çıktı."
"Of, yine mi başka bir yere gittiniz?"
"Evet." 
İkisi de bir süre sustular. Sonra diğer kız konuştu.
"Senin orada işler nasıl gidiyor?"
"Her zaman ki gibi. Babam eve geç geliyor. Annemi ve seni özlüyorum. Okulda battım. Ve bilgine geçen hafta 3. cici anneme veda ettim."
"4.gelmesinde..."
"Abla, ne zaman görüşeceğiz tekrar?"
"Bilmiyorum kardeşim. Belki yazın sen gelirsin."
"Sen niye gelemiyorsun?"
"Babamı göremeyeceğim nasılsa. Ama sen annemi görebilirsin!" dediğinde küçük kız neşeyle el çırptı. 
Ablasıyla konuşmayı seviyordu. Ama yapması gereken işler vardı...
"Abla özür dilerim ama yapmam gereken işler var. Özür dilerim tekrar. Görüşürüz." deyip hızlıca telefonu kapattı. Karşısındakinin tek kelime etmesine izin vermemişti...
-----
Abla'nın Ağzından
-----
 Elimdeki telefonu kapatıp, yatağa uzandım. Ne olmuştu buna böyle? Karamsar bir biçimde düşünürken alt kattan kapının çaldığını işittim. Kim olduğunu bilmiyordum. Gergince merdivenlerden inmeye başladım. Delikten dışarıya baktığımda bir oğlan çocuğu ve annesi gibi görünen bir kadın gördüm. Kim olduklarını merak ediyordum ve kapıyı açtım. Kadın tüm samimiyetiyle gülümsüyordu. Yanındaki çocuk ise bıkkın bir eda taşıyordu. Ne yapmışlardı buna ya?
Arkalarından giren annemi görnce yüzüme samimi bir tebessüm yerleşti. Misafir gelmişti. Kenara çekilip içeriye girmelerine izin verdim. İçimden çıkan heyecana engel olamıyordum artık.
"Hoşgeldiniz efendim!" 
"Hoşbulduk canım. Sanırım siz buraya yeni taşındınız. Hoşgeldine gelmek istemiştik." dediğinde oğlu homurdandı.
"Buyrun içeri geçin." diyen annemi takip etmeye başladılar. Onlar salona geçince bende mutfağa geçtim. Su ısııcısına biraz su koyup çalıştırdım. Dolaptan çay poşetlerinden birini çıkartıp fincanlara koydum. Şekeri de çıkartmıştım ama ne kadar istediklerini bilmiyordum.
Salona yanlarına geçip sormaya karar verdim. Salona geçince herkesin bir koltuğa yerleştirdiğini farkettim. Annemle oğlanın annesi koyu bir sohbete dalmıştı. Hemen sormaktansa annemin yanındaki koltuğa oturmayı tercih ettim. Oğlanın annesi beni fark etmişti.
"Merhaba küçük hanım. Adın ne?" dediğinde boğazımı temizledim. 
"Açelya Güç. Efendim."
"Güç soyadınız mı?"
"Evet efendim."
"Peki memnun oldum o halde Açelya. Bende Emel. Sende istersen Emel dersin. Teyzeye gerek yok, tamam mı?" dediğinde başımı salladım.  
"Peki Emel abla."
"Abal da yok."
"Peki Emel."
"İşte böyle!" dediğinde niye oraya geldiğimi kendime sormaya başladım.
"Açelya, bu da benim oğlum Alp. Bence siz çok iyi anlaşacaksınız. Al, hadi siz Açelya'yla içeride takılın. " dediğinde gözlerimi iri iri açtım.
"Ben sadece nasıl ve kaç şekerli çay istiyorsunuz diye soracaktım!" dediğimd eşaşkın bakışlar bana yöneldi.
"Siyah çay, şekersiz olsun." dedi annem. Emel de aynısını istediğini söyleyince yerimden kalktım. Alp'in kuyruk gibi peşimden geldiğinin farkındaydım. Mutfağa geçince hırlamaya başladım.
"Neden geldin?"
"Oldu gelmeseydim de annem beni orada öldürseydi."
"Ölseydin sende!"
"Ölmek için daha çok gencim!"
"Ne demezsin (!)" diye söylenip su ısıtıcısındaki suyu fincanlara boşalttım. Siyah çay poşetini de koyunca istedikleri çay hazırdı. Ama cidden çok sıcaktı. Ben bunları nasıl götürecektim?
Omuz silkip çay fincanlarını iki elime aldım. Sallaya sallaya ve istemeden de olsa biraz taşırarak götürüyordum. Daha bir kaç adım atmışken Alp elimdeki fincanlardan birini kaptı.
"Ne yaptığını sanıyorsun?" diye bağırdığımda sadece dil çıkardı.
"Anneme çayını ben götürebilirim." dediğinde o anki sinirimle onu dövebilirdim. Aslında koşup onu dövmek istiyordum ama koşarsam halıya çayı dökerdim. Kısacası ölüm fermanımı imzalardım.
Yavaş yavaş ilerleyip salona geldim. Alp, benden sadece birkaç adım uzaktaydı. Ama şansıma benim annem daha yakındı. Annemin önüne sehbayı çekip, sehbanın üstüne çayı koydum. Annem memnun bir edayla gülümsüyordu. 
Göz ucuyla Alp'e baktığımda daha yeni annesine çayı veriyordu. Ve unutmadan büyük bir nefretle bakıyordu. her ne kadar büyüklerin ilgisini çekeceğini bilsem de Alp'e döndüm.
"Alp?" bana döndü. Kaşlarını havaya kaldırdı ve rahatsızca sordu.
"Ne?" 
İyice içten gülümseyince kaşlarını çattı. Elimi ona doğru yönlendirip kapak işareti yapınca tısladı. Annneler bir bana bir ona bakıyordu.
"Sanırım siz, iyi anlaştınız." dedi Emel. Ama yuktunuşu gözümden kaçmamıştı.
Biz cevap vermeyince onlar gülümsemeye başladı. 
"Harika! Çünkü yarın ikinizi de yalnız bırakmak istemiyoruz. Bu yüzden birlikte kalacaksınız!" dediklerinde Alp'in ve benim yüzümde aynı ifade vardı. İsyan.
"Hayır! Asla! Ölsemde olmaz!" diye bağrışlarımız tüm mahalleyi inletiyordu.
---
Kafasına son bir tane daha daha yastığı fırlattıktan sonra bağırdım.
"Sanki ben seninle kalmak istedim!"
"Bende istemedim!"
"Annene sorsaydın vazgeçseydi!" diye bir tane daha fırlattım. O da sinirlenmiş ve bana yerdekileri fırlatmaya başlamıştı.
Kolumu kalkan gibi kullanıyordum. Bu darbelerin acısını azaltıyordu. 
"Şimdi sus ve otur yerine!" diye haykırdığımda korkmuş çocuklar gibi tıpış tıpış koltuğa yürüdü. Korku dolu bir ifadeyle bana bakıyordu. Kabul bazen cadılaşabiliyordum. Ama tepemin tası attığında o da! 
Sinirle diğer koltuğu oturup kumandayı elime aldım. Açık televizyondan kanalları kurcalamaya başladım.
İşe yarar bir program yoktu.
Of, dünden beri annelerin kararını değiştirmek için herşeyi yapmıştım ama nafile! Sinirle yeşil kumandayla televizyonu kapatınca Alp'in aynı korku dolu bakışlarını üzerimde olduğunu fark ettim. Homurdanıp mutfağa gittim. Şükür gelmedi! Dolaptan annemin dün aldığı gevrekle sütü çıakrtıp kahvaltılık hazırladım. Kaseyi masaya koyunca aklıma Alp geldi. Salonun kapısından sordum.
"Gevrek istiyor musun?"
Tiksintiyle bana baktı. Benden başak kişi var mı diye arkama, sağıma ve soluma baktım. Kimseyi göremeyince sorma gereği hissettim.
"Bana mı yaptın?"  dediğimde başını aşağı yukarı sallamaya başladı.
"Evet! Sonunda anladın!" dediğinde sinirle yerdeki yastığı ona fırlattım. Yüzüne gelen yastıkla koltuk biraz geriye yattı. Ve canım arkadaşım (!) "Aaa!" diye bağırdı. Canı mı yanmıştı? E, Süper!
"İyi misin?" diye nezakten sorarak yanına gittim. O da bunu fırsat bilip yanındaki yastığı bana fırlattı.
"Kendi yaşında birini bul!" diye sinirle bana attı.
Sinirden yanaklarına kadar kıpkırmızıydı. İşte buna gıcık etme diyorlar. Bu benim başarılı olduğum alan. Göz devirip yukarıya doğru çıkmaya başladım. Zil çalınca bir süre duraksadım. Kol saatime bakınca annemlerin gelmesine daha çok olduğunu gördüm. Şaşkınca geriye yürüyüp kapıya geldim. Alp çoktan kapının önüne gelmişti.
"Annemler mi geldi?" diye sorunca bilmediğini anlatmak için omuz silkti. Sonra delikten dışarıya baktı. 
"Hayır, bir kız." dediğinde merakla kapının koluna asıldım. Kapı açıldığında karşıma çıkan kişiyi tanımıştım. O da yerden başını kaldırıp bana baktı.
Gözleri dolmuştu, kül rengi saçları darmadağınık bir biçimde omuzlarına dökülüyordu. Yüzü, yara bere içinde kalmış, morarmıştı. Anlaşılan zarar görmüştü. Kıyafetleri de açıkçası kokuyordu. 
"Abla!" diye bağırınca benimde gözlerim doldu. Koşarak ona sarıldım. O da bana sımsıkı yapıştı.
"Senin burada ne işin var?" diye fısıltı sayılabilecek bir şekilde konuştum. 
"Sonra anlatırım. Şimdi dışarıdaki taksiye para verir misin?" dediğinde başımı salladım.
Dışarıya çıkıp bahçe kapısının ardında duran taksiye koşarak gittim.
"Afedersiniz, buraya getirdiğiniz kız, ne kadar tuttu yol?" dediğimde adam taksinin açık kapısından taksimetreye baktı.
"105 lira." dediğinde şehirler arası yolculuk yaptığını anladım. Cebimde, annemin bıraktığı 100 lirayı çıkarttım. Ve geçen hafta biriktirdiğim 5 lirayı. Titreyen elimle uzattım. Adam paranın üstünü uzatınca hızla eve döndüm.
Neler oluyordu?




Dünya'nın Korsanları-1.Bölüm

Elimdeki kağıda nefesim kesilmiş bir biçimde bakıyordum. Sözleri üzerimde büyük bir etki bırakmıştı. Ve bir dakika? Bu kağıdın burada ne işi vardı? 
Dedeme sorabilirdim. Ama ciddi bir şeyse elimden alır, bir daha geri vermezdi. Odama koştum. Bilgisayarım açıktı. Yazıcıya koyduğum kağıdın bir fotokopisini çektim. Sıra geldi detaylara. Fotokopiyi ve asıl kapıdı çekmeceme sakladım. (Annem her an gelebilirdi. Odamı düzenlemeyi cidden çok seviyor.) Çekmeceme sakladıktan sonra yatağıma uzandım. Yatağımın bir kenarına fırlattığım moda derglerindne birini elime aldım. Bu dergilerden bende çok fazla bulunuyordu. 
Bir süre sonra tahmin ettiğim gibi annem odama girdi.
"Selam canım. Şey, odan.... Toplu görünüyor?"
Annem odama şaşkın şaşkın göz atıyordu. Dergiyi gözümün önünden indirip ona baktım. Hali cidden komik görünüyordu. Masamın altına filan bakmaya başlamıştı. Anlaşılan toplayacak eşya arıyordu. Ya da  iş...
"Anne, benim boğazım ağrıyor. Evde ada çayı var mı?"
"Var tabii canım. Dur sen yat uzan. Ben yapar getiririm"
Bazen diğer çocuklarının yaşamının nasıl olduğunu merak ediyorum. Ben bugüne kadar hiçbir işimi kendim yapmadım. Hepsini annem yaptı. Ama duyduğuma göre diğer çocuklar kendi işlerini yapabiliyorlarış. Kıskanıyorum. İşlerimin hepsini annem yapıyor. Çünkü düşük seviyeli biri olduğumu düşünüyor. Bir kez olsun bir işi yapıp ona aslında sandığı kadar düşük bir seviyede olmadığımı göstermek isterdim.
Kafamdan bu düşünceleri uzaklaştırmak istedim. Dergime geri döndüm.
************
"İşte canım. Çay biraz sıcak ama içersin diye düşünüyorum."
"İçerim anne. Bir de lütfen o çayın torbası kalsın."
"Neden böyle istediğini pek anlamadım ama tamam öyle olsun."
Annem çayımın yanına ufak bir çay tabağı bıraktı ve odamdan çıktı. Kendim torbayı aldım ve çay tabağına koydum.
Sonra üstünden dumanlar tüten çayıma döndüm. Derin bir nefes aldım. Ve ölüme adım attım.
O kaynar çayı bir dikişte içtim.
*******
Lavaboda yavru köpek gibi nefes alıp veriyordum. Çay dilimi tahmin edeceğiniz üzere yakmıştı. ( Hem de ne yanma...) Ağzıma son bir kez su verdim. Ve nefes aldım.
Sonunda! Ağzımın yanması geçmişti. Ama tam yarım saattir lavabodaydım. Torbanın etkisinin geçmemiş olduğunu umarak odama döndüm. Çay torbasını alıp fotokopi haritaya sürdüm. Her yanına yaydım. Biraz da haritanın bazı kısımlarını kopardım. İşim bittiğimde elim yapış yapıştı. Haritayı alıp güneşe kurumaya bıraktım. Odama girdim.
Yatabilirdim, ama istemedim. Kafamı tavana çevirdim ve sesli konuştum;
"Benden sakladığın sırrı yakında öğrenceğim. Ve nedense bu sır benimle ilgiliymiş gibi hissediyorum. Doğru mu düşünüyorum?"

Vahşi Yaşam-2.Bölüm "Atilla"

Üç gün. Koskoca üç gün boyunca buraya alışmaya çalıştım. Kaçmayı denedim. Arkadaşlık kurmayı. Ama buradaki herkes kendini beğenmiş domuz gibi!
Elimdeki kılıcı kayalardan birine bıraktım. Artık onu istemiyordum. 
Dalgaların kayalardan oluşan kumsalı dövdüğü kısmın birkaç adım gerisine kuruldum. Üç gün içerisinde bir sürü yer görmüştüm. Ama en çok burayı sevmiştim.
Diğer yerlerde hep kavga, kan ve savaş vardı. Ben yeni gelen biri olarak biraz huzur istiyordum. Çok şey değil. 
Burası ise tam istediğim gibiydi. Dalgaların sesi kayalara çarptıkça gürleşiyordu. Bu ses insana huzur veriyordu. Mavi rengi deniz dağılmış bir boya gibiydi, sonsuzluğa uzanıyordu. 
Martılar öterek denize giriyor, yemek arıyorlardı. Bu şarkıları bile huzur veriyordu.
Bedensel olarak bir kurt-kadın olabilirdim, ama ruhsal olarak kesinlikle bir insanım.
Kayalara vurarak düşen bir taş dikkatimi çekti. Hızla yerimden doğruldum. Temkinle etrafıma göz gezdirirken Ahu'nun sesini duydum.
"Ben burada doğdum, burada büyüdüm. Bu deniz hep bana huzur vermişti. Kanın değmediği tek yer burasıydı. Burası kutsal bir yer. Yüzyıllarca burada savaş oldu. Ama bir damla kan bile denize giremedi. Çünkü bu denizin kendi sihri var."
Başımla onu onayladım. Şimdiye kadar bunu bilmesemde, hissetmiştim.
Rüzgar saçlarını savurdu.
"Kurtadamları ilk görüşün için özür dilerim. Bu kadar korkacağını bilememiştim. Yani bilirsin biz buraya alışkınız..."
Gülümseyerek ona sarıldım. Bir kurt-adam için hoş kokuyordu. Lavanta gibi. 
Üç gün boyunca Ahu ve eğitmenimden uzak durmaya çalışmıştım. Beni en çok zorlayan buydu. Tek başımaydım. Cehennem'in ortasında.
"Seni göremeyince buradan kaçtığını sandım. Çok endişelendim. Atilla üç akşam boyunca yanıma geldi ve senin KM'de olduğun konusunda beni temin etmek zorunda kaldı. Çok üzgünüm." dedi başını öne eğerek.
Tanrı'm, onu çok kötü korkutmuşum.
"Asıl ben özür dilerim. Senden kaçmamalıydım."
"Hayır asıl suç bende. Böyle bir tepki vereceğini kabataslak tahmin etmeliydim. Yavaş yavaş alıştırmalıydım."
Gülümseyerek ona daha sıkı sokularak mırıldandım. "Burayı sevmedim. Evim gibi değil. Çameli gibi değil. Oradaki insanlar çok sıcak. Buradakiler soğuk. Ahu, burası çok zor. Ayrıca kurt-adam derslerini başaramıyorum." 
Gözlerimden ip gibi bir damla süzüldü. Hiçbir zaman kaybetmemiştim. Şimdiye kadar.
Ahu, ritmik olarak hafifçe sırtıma vurdu. "Atilla'dan yardım isteyebiliriz?"
"O kim?"
"Erkek KGM kaptanı. Aynı zamanda KOM öğretmeni. Sana yardımı dokunabilir."
"Peki." diye mırıldandım.
Ahu beni elimden tutarak yakın bir binaya sürükledi. Bina yakut ve elmaslardan yapılmıştı. Çok görkemliydi.
"Kurt-adamların Dünya tarihinin başından beri madenlere düşkünlüğü vardı." diye yanıtladı Ahu.
Sonra içerisinde Atilla'nın olduğunu tahmin ettiğim binaya ilk adımı attı.